Savaşkan İlmak

Savaşkan İlmak


‘BİZ’ DİYEBİLMEK…

10 Ocak 2017 - 00:21 - Güncelleme: 28 Nisan 2020 - 09:29

‘Geldim, gördüm, yendim!’ demiş Julius Sezar, Zela savaşında elde ettiği zaferi Roma Senatosu’na haber veren kibir yüklü mektubunda.
Sanki zaferi tek başına kazanmış gibi…
Gerçekte ‘Geldik, gördük, yendik!’ biçiminde olmalıydı cümle; doğrusu buydu çünkü…
Sezar kurnaz bir komutan olabilir; ama elbette Zela savaşını Roma imparatorluğunun gözüpek savaşçıları kazanmıştı.
Kime karşı peki?
Bugün Tokat dediğimiz kentin ‘Zile’ ilçesinde kurulu antik krallığa ve Kral Farnakes’e karşı…
Milattan önce 47 yılında.
Günümüzden tam 2064 yıl önce…
***
‘Geldik, gördük, yendik!’
Sezar’ın sarf ettiği cümle kadar etkileyici gelmiyor mu kulağa, ne dersiniz?

Neredeyse iki milenyumdur ‘ben dili’ insan uygarlığını egemenliği altına almış gözüküyor.
Bir tür filolojik diktatörlük, sözel tahakküm…
Fakat işin aslı öyle mi?
Değil aslında; ‘biz’ diyebilenlerin başarısı, ‘ben’cillerinkinden çok daha görkemli, çok çok daha ışıltılı:
İslam’ı düşünsenize…
‘Andolsun, Biz, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattık…’
Ahkâf Suresi’ndeki bu ayette geçen ‘Biz’ sözü hiç kuşkusuz çoğulluktan daha çok Hakk’ın tekliğini ve yüceliğini gösteriyor; keza bu, Arapçanın dil özelliğinden de kaynaklanıyor. Arapçada ve başka bazı dillerde azamet, yücelik ifadesi olarak bazen kişi kendisi için birinci çoğul şahıs olarak ‘Biz’ ifadesini kullanabiliyor. Özel bir durum…
Ama bir bu kadar da ‘özel ders’ ders niteliğinde insanoğlu için.
Keşke Sezar Kur’an okuma şansına sahip olabilseydi.
O zaman ‘biz dili’ kullanmayı tercih eder miydi acaba?
Bir de şu var tabii, orijinal dilinde ya da çevirisi ile Kur’an okuyanların hepsi hayatlarına ‘biz dilini’ egemen kılmış kişiler midir?
Ne dersiniz?..
***
Yıl boyu katıldığım öğretmen mülakatlarında genç öğretmenlerin ‘Ben…’ diye başlayan sayısız cümlelerini işittim:
‘Ben, şu kurslara katıldım…’
‘Ben, şuralarda bulundum…’
‘Ben, öğrencilerimi şöyle biçimlendiririm…’
Onlarca, yüzlerce kez işittiğim cümleler.
Ve sonra biri geldi, dört yıl önce eğitim fakültesi bitirmiş gencecik bir öğretmen…
‘Biz, üniversitede şunu öğrenmiştik…’ dedi.
‘Bizim okulda şu, çoğu zaman şöyle yapılırdı…’ dedi.
‘Öğrencilerimle şunu başarmayı denedik…’ diye ekledi…
‘Niye böyle ki?’ diye düşündüm, nedenini sordum.
Şaşırdı genç öğretmen:
‘Aksi olabilir mi? Onca şeyi ben, bir başıma nasıl yapabilirdim ki?..’ diye mırıldandı.
‘İşte bu!’ dedim…
O an, ünlü ‘Danny-Kruger Sendromu’ geldi aklıma.
‘Kulakların çınlasın Sevgili ağabeyim, pîrim Haluk Çelik’ diye geçirdim içimden:
‘Bilgi, bazen özgüven erozyonu doğuruyor insanda.’
Ya da dışarıdan bakıldığında öyle görünüyor; ama gerçekten bilgi sahibi olanların beyninde aslında ‘Ben tamamlanmış değilim, eksiğim daha…’ fikri deviniyor haklı olarak. Bu ‘yüksek kaliteli özeleştiri’, cereyan ettiği beyinde ileri atılmak, yeni sorumluluklar üstlenmek, hatta hak edilmiş terfi tekliflerini kabul etmek konusunda bile tereddüt doğuyor:
Ben mi?
Bu iltifata gerçekten lâyık mıyım?

Evet, bu doğru:
Hepimiz eksiğiz!
Tamamlanmış, mutmâin ve mükemmel olanımız zaten yok!
İşte bu yüzdendir ki ‘ben’den çok ‘biz’ olarak değer kazanıp güçlenebiliyoruz. ‘Ben’ diyenden çok ‘biz’ diyebilene hayranlık duyuyoruz aslında.
Onun yanında, onun emrinde, onun himayesinde, onun kanatlarının altında ya da ne bileyim işte, onun koynunda mutlu hissediyoruz kendimizi…
‘Biz’ diyebilmek…
Keza; öyle diyenin duyanı olmak; bu uzlaşıyı, bütünleşmeyi, barış ve esenlik bildirisini işitmek; üç harfe, bir sözcüğe bütün bir hikâyeyi sığdırabilmek…
Hakikaten harika şey!

YORUMLAR

  • 0 Yorum