GERÇEK YAŞLANMA NE ZAMAN BAŞLAR?

Savaşkan İlmak
ABONE OL

Tanıştığımız günden beri sürekli artan bir hayranlıkla bağlandığım, örnek aldığım ve kendisini her zaman çok genç bulduğum bir büyüğüm, önceki gün telefonda ‘Artık çok yaşlandım!’ dedi ve ekledi ‘Bu, benim asla ihtimal vermediğim bir şeydi. Kırk yıl önce hiç yaşlanmayacağıma dair kendi kendime söz vermiştim…’

Kırk yıl önce…

Ben henüz okuma yazma öğrenirken verilmiş bir söz…

Yaşlanmamak üzerine…

‘Hiç yaşlanmayacağım’ diye…

Ve bu söze kırk yıl sadık kalınmış.

Madalyonun bu yüzü muhteşem!

Ama kırk yıl sonra, şimdi, kadim dostumun yılgınlığa düşmesinin nedeni ne olabilir?

Hangi neden, haklı bir neden olarak nitelendirilebilir?

***

Yaşlanmak üzerine kafa yorduğum her an, biyolojiyle-psikolojinin çatışmasını aklıma getiririm.

Bu iki bilim, on binlerce yıllık bilimler tarihinin hiçbir anında çelişmemiştir aslında; ama biz, galiba biyolojinin keskin bıçağı canımızı acıttığında ‘Durun, bu işin bir de psikolojik boyutu var!’ diyerek kendi ikilemlerimizi, kendi açmazlarımızı, kendi kaçışlarımızı rasyonalize ediyoruz.

Bu ‘savunma mekanizması’, insanlık tarihi boyunca kim bilir kaç milyon kere, kaç insanın imdadına yetişmiş ve güyâ biyolojiyi yalanlamıştır.

Yok, iyi biliyoruz aslında.

Biyolojik ya da fizyolojik yaşlılık, bütün canlıların -ve tabii kendini her şeyin üzerinde bir şey sanan insanın da- kaderi. Hücre çoğalması yavaşladığı, gerilemenin başladığı, gücün ve direncin azalmaya başladığı gün, yaşlanmaya başlamış oluyoruz.

Doğumla birlikte başlıyor yaşlanma.

Telefonda artık yaşlanmaya karşı koyamadığını söyleyen değerli büyüğümün bugüne dek durdurmayı başardığı şey neydi öyleyse?

Sosyal yaşlanma….

Psikolojik yaşlanma…

Evet, bunlar da var hayatımızda ve ne yazık ki hepimiz, bunların önüne geçme hususunda çok becerikli değiliz.

Çoğumuz ‘kronolojiye’ ayak uyduruyoruz.

Takvim, tüketiyor bizi…

Kabulleniyoruz…

Maalesef…

***

‘Yaşlanmayacağımıza dair kendimize söz vermemiz’ yaşadığımız koşullarda ne kadar mümkün, doğrusu bunu tam olarak bilemiyorum ama iyi bildiğim bir şey var.

Daha doğrusu ‘yaşlanmanın başladığı tanımlanabilir bir yer’ var:

•İçimizdeki çocuğu öldürdüğümüz, oyunlara ve oyuncaklara sırt çevirdiğimiz yer, gerçekte yaşlanmanın da başladığı yerdir…

•İşi gücü bırakıp, sadece kendimizle uğraşmaya başladığımız gün, tam da orada yaşlanmaya başlıyoruz…

•Hobilerimizi, eğlenceli uğraşılarımızı bir kenara ittiğimiz gün, yaşlılığımızın da ilk günü oluyor…

•Yaptıklarımızı, başardıklarımızı -dolayısıyla hayatımıza kattıklarımızı- ‘geride kalmış şeyler’ olarak görmeye başladığımız an psikolojik ve sosyal anlamda yaşlılığa merhaba demiş oluyoruz…

•Öğrenme tutkusuna veda ettiğimiz, yeniden aşık olma ihtimalini yaşamımızdan çıkardığımız zaman iyiden iyiye yaşlanmış oluyoruz…

***

Bu konuda bir epigram yaratmak çok kolay; uygulamak ise ütopya derecesinde zor, biliyorum…

Ama…

Yaşlanmak sizi çok korkutuyorsa…

Yaşlılıkla ilgili bir anti-madde, bir panzehir arıyorsanız eğer…

Yukarıdaki dört konum -zaman bilgisini bu defa dört önermeye dönüştürün.

Başarabiliyorsanız eğer, yaşarken şunları yapmayı deneyin:

•İçimizdeki çocuğu asla öldürmeyin. Hatta büyümesine izin vermeyin. Siz büyüseniz de örselenseniz de bırakın o çocuk kalsın. Arada bir ona kaçın…

•İşi gücü bırakmayın; yoğun ve yorgun olmak iyidir! Kendi kendinize oyuncak olmaktan, sadece kendinizle uğraşmaktan özenle kaçının…

•Hobilerinizi, eğlenceli uğraşılarınızı asla bırakmayın. Okumayı mı seviyorsunuz; okuyun. Gezmekten mi hoşlanıyorsunuz; bütün boş zamanlarınızı gezmeye ayırın, gezin tozun. Motorsiklete binin. Sinemaya gidin. Yemek pişirin. Yazın, resim yapın, kalabalıklara karışın. Bu sonuncusu, herkese iyi gelir. En mazbut insanlara bile…

•Yaptıklarınızı, başardıklarınızı -dolayısıyla hayatınıza kattıklarınızı- asla ‘geride kalmış, eskimiş şeyler’ olarak görmeyin. Onlar, sizin; her an sizinle olan, her daim taptaze şeyler…

•Ve ne olursa olsun yeni bir şey öğrenme tutkusuna veda etmeyin. Hayat, zaten size her gün yeni şeyler öğretir; o halde onların farkına varın ki kontrol sizde olsun…

***

Bitmedi, bir şey daha var:

Hani, bu yazının başında andığım dostum vardı ya...

İşte o dostumu birkaç dakika önce tekrar aradım.

Sizinle paylaştığım bu dört çekmeceli öğretiyi zamanında benimle paylaştığı için ona bir kere daha teşekkür ettim.

O da bana ‘Geçti…’ dedi…

‘Daha iyiyim; bir anlık sendelemeydi; doğruldum, ayağa kalktım. Bak, gençliğime döndüm!’ diye yankı verdi…

Nasıl sevindiğimi anlatamam.

Shakespeare, ‘İyi biten şeyler iyidir!’ demiş. Harika bir söz…

Ve benim özetlediğim hikâye de böylelikle iyi bitti.